Şimdi arkanıza yaslanın ve hayal edin. İstanbul’da 1894 yılının güzel bir eylül sabahı… Ortalıkta tatlı bir telaş var. Büyükada o gün Müsabaka-i Bahriye Yarışları’na ev sahipliği yapıyor. Yelkensever İstanbullularsa vapurlara doluşup, heyecanla Ada yollarına düşüyor. Ve dönemin meşhur Servet-i Fünun dergisi yazarlarından Ahmed İhsan, o günü bakın nasıl anlatıyor?
Yazı Begüm Nalbantlı
Fotoğraf Saro Dadyan Arşivi
Sizi bilmem ama benim elime ne zaman eskiye dair herhangi bir yazı/fotoğraf geçse feci şekilde heyecanlanırım. Ardından da pat diye hayallerin ortasına düşerim. Yazıda bahsi geçen olaylar, fotoğraflarda gördüğüm yüzler, o günün koşullarında yaşananlar, yaşanamayanlar, söylenen sözler ya da belki hiç söylenemeyenler çoktan tarihe gömülüp gitmiş olsa da, ben kafamın içinde dakikalarca hepsini yeniden canlandırmaktan alıkoyamam kendimi. 1894 tarihli Servet-i Fünun dergisini elime alınca, yine ister istemez benzer düşüncelere kapıldım. Sararmış satırlarında uzun uzun gezinirken tahmininiz üzere epeyce hayal kurdum. Zira 125 yıl önce basılan derginin kapağında Büyükada’da düzenlenen yelken yarışlarını görmek fazlasıyla nostalji yaşamama sebep oldu. Dergi Osmanlıca olduğu için Ahmed İhsan’ın kaleme aldığı yazıyı anlamam mümkün değildi elbette ama ışık hızıyla tarihçi Saro Dadyan’ın kapısını çalarak sorunu çözdüm. Birlikte resmen derginin sayfalarına gömüldük ve o okuyup tercüme ettikçe, ben notlar almaya başladım.
Şimdi arkanıza yaslanın ve gözlerinizi kapatın. Ya da kapatmayın siz bilirsiniz. Zamanda yolculuk gözler açıkken de serbest! 1894 yılının İstanbullular, özellikle de Büyükadalılar için heyecanlı bir eylül gününe ışınlanıyoruz. Eski adıyla Ayastefanos olan Yeşilköy’de Mösyö Fa’nın köşkünün bahçesinde hareketli bir gün yaşanıyor. Zira o gün Müsabaka-i Bahriye yani Ada-Kayık Yarışları günü. Servet-i Fünun dergisinin imtiyaz sahibi ve yazarı Ahmed İhsan, beraberindekilerle birlikte kendilerini yarışları izlemek üzere Büyükada’ya götürecek römorkörü bekliyor dört gözle.
Hatta ekip o kadar heyecanlı ki Ahmed Bey’in sözleriyle yazarsam uzun taraçada bir ileri bir geri yürürken, hepsinin gözleri hep Makriköy yani Bakırköy tarafında. Havada panik var anlayacağınız. Römorkör biraz daha geç kalırsa yarış kaçacak çünkü. Hazırlıklar yapılmış, yiyecek- içecekler istiflenmiş. “Yetişemezsek yazık olacak, çok gülünç bir halde kalacağız” diye anlatıyor duygularını Ahmed İhsan. Aradan bir saat geçiyor. Tam ümidi kestikleri sırada köşkün tepesine yerleştirdikleri gözcü koşarak geliyor. Bağıra bağıra veriyor müjdeyi. “Römorkör geldi.” Daha fazla oyalanmadan hızlıca eşyaları kayığa doldurmaya başlıyorlar.
Nasıl bir telaş içinde olduklarını şu satırlar belli ediyor: “Eşyaların ardından kendimiz de sandallarımıza atlayarak hemen vapura çıktık. Maksadımız vapurun demir atmasına meydan bırakmadan hareket etmekti. Stefano römorkörünün direğine Osmanlı sancağını, onun altına da köyümüzün yelken sandalları kulübüne mahsus bayrağını çekmiş, adalar yolunu tutmuştuk.”
Yola çıktıkları gibi başlıyorlar sorgulamaya. Neden gecikti bu vapur bu kadar, ne oldu? Meğer sabaha karşı kaptan efendinin çocuğu dünyaya gelmiş. “Yavrucak vapurun ambarında bizimle birlikte yarış izlemeye geliyor” diyor Ahmed İhsan. “Gemici oğlu bu ya, gözünü böyle Müsabaka-i Bahriye günü açmış” diye de ekliyor.
Yolculuk sırasında muhabbet koyulaşıyor. Yarışların seyircilerine geliyor konu. İki tip seyirci olduğundan bahsediyorlar. Bir bölümünün yalnızca izlemek için geldiğini -ki bu grubun çoğunluğu temsil ettiğini- geri kalanlarınsa gerçek meraklılar olduğunu söylüyorlar. “Onlar ki yarışa fikirleriyle, kalpleriyle, ruhlarıyla giderler” diyor Ahmed İhsan. “Hatta bazıları bilfiil iştirak ederler. Yarış edenleri, yarışa çıkan kayıkları, sandalları, kotraları tek tek tanırlar. Bunların her seneki mevkilerini, kim kazandı, kim kaybetti bilirler. Yani kimisi yarışlara çok hakimdir. Hangi kayıklar var, nasıl kotralar inmiş, hangi sandalın armasına ne ilaveler yapılmış tüm bu detaylara vakıftırlar.” Ve dayanamayıp soruyor: “Şu iki tip seyirci arasında ne kadar büyük fark olduğunu anlıyorsunuz değil mi?”
Aslında Ahmed İhsan yazısında, yarışlara yalnızca eğlenmek için gidenlere biraz da üstten bakıyor. Zira asıl coşkuyu yaşayanlar ve ortamı coşturanlar diğer grup. Yani ortaya fikirlerini, kalplerini koyanlar. Çünkü anlattığına göre onlar her bir teknenin hareketinde garip garip heyecanlara kapılıp, birbirleriyle iddiaya girip, hararetli tartışmalar yapıyorlar. Üstelik bu heyecan yalnızca yarış gününe mahsus değil. Birkaç gün önceden başlıyor. İhsan’ın yazısı öyle bir coşkuyla yazılmış ki ben bu kadar coşkuya yalnızca futbol maçlarından aşinayım. Yelken yarışlarının o günlerde sosyal hayatın içinde bu derece yeri olmasını şaşkınlıkla karşılıyorum itiraf etmek gerekirse.
Bu arada Ahmed İhsan’ın yer aldığı vapurda da yelken yarışlarına ciddi anlamda meraklı birkaç kişi bulunuyor. “Vapurumuz Kınalı ve Burgaz Adaları arasında ilerlerken bu kişiler bir kenara toplanmış ateşli ateşli konuşuyorlar.” Diyor İhsan. “Bir haftadan beri kim bilir kaçıncı kez aynı tartışmaları yapıyorlar. Bu iddialar arasında bir nokta var ki ilginç bir şekilde hepsi hemfikir. O da Mösyö Vitali’nin Moda Kulübü’ne mensup oğlunun güvertesiz yeni sandalı.”
Yazının bu bölümü cidden eğlenceli. Çünkü bahsi geçen bu sandal yarışa katıldığı takdirde diğerlerine büyük haksızlık olacağını düşünüyorlar. Diğerlerinin sabit safralı karinalı sandallarının Mösyö Vitali’nin oğlunun Londra’dan getirttiği, kuvvetli karinalı ve safralı sandallarla yarış yapmasının çok zor olacağı konusunda hemfikirler. Ve sıkı durun! İsyan talebi var. “Topluca muhalefet etmeliyiz, haksızlık bu” diyorlar hep bir ağızdan. İçlerinden sarışın bir adam bu tartışmayı tebessümle izliyor. “Nafile telaş ediyorsunuz” diyerek sözlerini kesiyor ve bakın nasıl devam ediyor: “Bizim itirazlarımız hiç para etmez.
Beş, altı senedir yarışa giriyorum, her sene Moda Kulübü’nün yarış komitesi heyetinin, başka bir tarafgirliğine hedef oluruz. Geçen sene Mösyö Vitali’nin kuvvetli karinalı yeni sandalına biz galip geldiğimiz halde birinciliğimizi saymadılar. Yeniden yarış yaparız dediler. Tarabya’da güya ikinci yarış tertip ettiler. Ben hazırlanıp gittim ortada Modalılar’dan kimse yoktu. Acaba bu kayığı Londra’dan ben getirtmiş olsaydım kabul edeler miydi sanırsınız. Asla kabul edilmezdi. Biz komiteler azasının tarafgirliğiyle fikrimizi yoracağımıza, sert rüzgar isteyelim de o zaman müteharrik karinalı İngiltere sandalının halini görürüz.”
Epey dertliler anlayacağınız. Şöyle kuvvetli bir rüzgar essin istiyorlar ki Mösyö Vitali’nin oğlunun sandalı gününü görsün. Yarış alanına vardıkları zamansa İhsan manzarayı şu cümlelerle tarif ediyor: “Biz gelene kadar yarış başlamıştı.
Ayastefanos Kulübü’ne mahsus şamandıranın yanına kadar sokulup oraya bağladık. Adanın zarif binalarının yanı sıra ortalık bugüne özel kurulan zarif yarış köşkleri ve karşılarına sıralanan binlerce sandalla bayram yeri gibiydi.”Şu coşkuyu bir anlığına gözde canlandırmak bile inanılmaz gerçekten. İhsan, sonrasında da şöyle müthiş bir bilgi paylaşıyor; “Bu sene yarışta çok dikkat çeken bir başka şey de kadın yarışları. Katılanlarsa maruf ailelerin kerimeleri.”
Anlayacağınız o yıl ilk kez belli başlı ailelerin kızları yarışlara kendi sandallarıyla katılıyor. “Erkeklere mahsus bu nevi eğlencelere kadınların iştiraki şehrimizde pek sık görülmediği için herkes büyük merakla kadınların sırasının gelmesini bekliyordu. Ve vakit gelince Adalar’da kopan bağırış çağırış, görülmeye değer bir hengameydi.” Diyor İhsan.
Yine kendisinin sözleriyle yazarsam bu rengarenk manzaralar arasında, matmazellerin küreklere sarılıp bu derece heyecan yaratması, zarif sandallarını koşturmaları, görülse bile kolay kolay tasvir edilecek bir manzara değil. “Güzel kürekçiler, güzel elbiselerinin rengiyle birbirlerinden ayrılıyordu. Mavi ve beyaz diye ayrılan iki grubun arasından maviler birinci olunca herkes alkışlamaya başladı.” Kendisinin şu cümlesi bile bir parça fikir veriyor aslında.
Diğer yarışların yanı sıra merakla izlenen bir başka şey de padişahın kayıklarının geçiş töreni. Bu sandallardaki dilaver gemicilerin kürek çekmelerini izlemek duyulur gösterilerden değil diyerek belirtiyor ortamın cazibesini.
Sıra kotralar ve yelkenli sandallara geliyor. İhsan’ın bulunduğu ekipten biri elinde dürbünü, beyaz kuşlar gibi süzülen sandalları izliyor. Ve az önce bahsi geçen Mösyö Vitali’nin sandalı meselesinin geri dönüşünü şu cümlelerle anlatıyor: “Bunlar pupa yelkenlerini açmışlar hafif lodosun önünde
Büyükada’dan Maltepe’ye süzülüp gidiyordu. Mösyö Vitali’nin oğlunun sandalı ilk devirde diğerlerinden bir çeyrek evvel birinci devrini yapıp gelmiş, öbürlerinden beş dakika önce dönmüştü. İkinci devirdeyse yarım saat kazanmıştı. Bizim meraklı zat elindeki sigara dumanını hiddetle savurarak bu yarış değil, maskaralık diye söyleniyordu. Rüzgar yok, onun şansına oldu. Ah poyraz neredesin? Sen esmeliydin de o zaman Londra yapımı sandalın halini görürdük. Dümen/yelken kullanmasının bilenler de biraz olsun yarışabilirlerdi o vakit.”
Bu içli sitemden anlayacağınız gibi Vitali’nin sandalı öyle ya da böyle yine kazanıyor. Yazının bu bölümünden yıllardır yelken yapan bir, iki arkadaşıma bahsedince gülmeye başladılar. Aradan 125 yıl geçmiş, her şey aynı, haksızlıklar hiç değişmemiş yorumunu yaptılar.
Ahmed İhsan’a dönersek maceralı ve çekişmeli yarışın sonralarına doğru herkese hüzün çöktüğünü belirtiyor. Zira artık akşam saati ve eve dönüş vakti. Ortalık yavaş yavaş tenhalaşıyor, seyirciler alandan ayrılıyor. İstanbulluların günlerdir süren telaşesi, heyecanı eminiz yerini çok daha başka heyecanlara bırakıyor. Sevgili Ahmed İhsan, kalemin dert görmesin, bizi müthiş bir yolculuğa çıkardın. Ne diyeyim. 2018’in soğuk bir kış gününden, 1894 yılının güzel eylülüne ve sana kocaman sevgiler.
Comments are closed