Deniz biyoloğu ve belgeselci Mert Gökalp, bugüne kadar pek çok kez iklim değişikliği ve kıyılardaki yoğun yapılaşmanın, deniz yaşamındaki tahribatına dikkat çekmiş, kulağımızı tıkadığımız gerçekleri yüzümüze vurmuştu. Şimdi de “İstilacılar” belgeseliyle bizi Akdeniz’in derinliklerine indiriyor, bu sulardaki endişe verici tabloyla yüzleştiriyor.
Yazı Begüm Nalbantlı
Serin bir sonbahar akşamı. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’nin açılış filmi İstilacılar’dan az önce çıkmış, boş sokaklarda ilerliyoruz. Derinlik sarhoşuyuz hala. Ayılmak için Ada’nın sert rüzgarına ihtiyaç var, belli! Suratımıza hızlıca çarpmalı ki işe yarasın. Zira bir saat boyunca, Bodrum’dan Kaş’a, Fethiye’den İzmir’e, tüm kıyılarda belgesel ekibiyle biz de daldık, Akdeniz’i işgal eden canlı sürüsünün, balon ve aslan balıklarının arasında, şaşkınlıkla hayranlık ikileminde bocalayarak, biz de gezindik. Mert Gökalp, önceki yapımları Orfoz: Resifin Efesi ve Lüfer’in ardından, seyirciyi bir kez daha kolundan çekerek denizin sersemleten derinliğine sürüklüyor, bilmediği ya da inatla göz ardı ettiği gerçekleri yüzüne çarpıyor. Bu vesileyle, kendisine hem kısa süre önce Antakya Uluslararası Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan İstilacılar’ı hem de denizlerimizde yaşanan sorunlarla ilgili merak ettiklerimi soruyorum.
Yıllardır dünyanın farklı köşelerinde dalışlar yapan, araştırmalara katılan bir deniz biyoloğusunuz. İstilacı türlerin kıyılarımızda yarattığı tehlikeyi ilk ne zaman ve nasıl gözlemlediniz?
Belgesel çalışmalarına başlamadan önce bilimsel makaleleri okuduğum sıralarda yani 2000’li yılların başından itibaren, farklı türlerin Akdeniz’e girerek, çeşitli problemler yarattığını fark etmiştim. Katil yosun, terörist yosun gibi organizmaların deniz tabanında yarattığı tahribataysa dalışlar sırasında tanık olmuştum. Ayrıca hem denizlere olan ilgimden hem de ODTÜ su altı topluluğunda yer aldığım için ODTÜ’deki bitirme projem de denizler üzerineydi. Projede, Mnemiopsis leidyi adlı steneforun Akdeniz’e balast suları yoluyla girerek, Marmara ve Karadeniz’deki popülasyonunu çok arttırdığını belirtmiştim. Bu canlının Karadeniz’e ve balıkçılığa olan zararı beni gerçekten etkilemişti. Bir süre sonraysa yine istilacı başka bir stenefor türü olan Beroe ovata’nın geldiğini ve M. leidy ile beslenerek deniz sisteminin nasıl dengelendiğini gözlemledim. Yani tüm bu istilacı türler ben daha bilim dünyasına adım atmadan önce dikkatimi çekmeye başlamıştı.
Önceki yapımlarınızda olduğu gibi yine çok etkileyici su altı çekimleri var. Süreç nasıl gelişti? Ne kadar sürede tamamladınız belgeseli?
Karayipler’deki istilanın farkında olduğumuz için Süveyş Kanalı’na en yakın bölgelerde, örneğin İskenderun ve civarında bir, iki tane aslan balığı ortaya çıkınca, acaba Türkiye sularına da gelir mi diye meraklanmıştık. 2013 ya da 2014’te, Kaş’ta bir tane aslan balığı görüldü. Biz fotoğrafçılar için çok heyecan vericiydi. Hemen gidip bol bol videolarını, fotoğraflarını çektim. Bu olaydan, doğa gözlemlerine meraklı olan Amerika’daki profesör arkadaşım Uzay Sezen’e bahsedince, hem Karayipler’i hem de burayı çekebileceğimiz bir belgesel fikri oluştu kafamızda. Ancak ne yazık ki süre uzadı ve bu esnada kıyılarımızı sardılar. Geç kalmıştık. Ardından başka pek çok canlının yarattığı tahribatın farkına vardığım ve çevremde Murat Draman, Nesimi Ozan Veryeri, Aylin Ulman gibi isimler olduğu için konuyu, bu dört bilim insanı üzerinden işlemeye karar verdik. Aslında belgeselin temelleri 2017’de atıldı, Ocak 2022’deyse tamamlandı.
Belgeselden öğreniyoruz ki doğası gereği avcı türlerin barınmadığı Akdeniz’e istilacı türlerin girişi Süveyş Kanalı’nın açılmasına kadar uzanıyor. Kanalın genişletilmesiyle birlikte bu geçiş hızla artıyor. İnsanlığın, yıkıcı darbelerle doğanın dengesini bozmadan, kendi bindiği dalı kesmeden yol alması imkansız mı?
Bu çok zor bir soru. Cevaplayabilmek için çok geçmişe gitmeli. Aslında bilim insanı olarak benim alanımın dışına çıkıyor. Ancak belgeselci kimliğimle belki mütevazı bir cevap verebilirim. İnsanoğlunun bu yıkıcı hareket şekli, Karahantepe, Göbeklitepe’ye kadar uzanıyor. Yanigöçebelikten yerleşik topluma geçildiği, çiftçiliğe adım atıldığı, doğaya ve hayvanlara hükmedilmeye başlandığı zamanlar… Günümüzden yaklaşık on iki bin sene öncesi… Bu dönemden sonra sanırım doğanın dengesini bozmadan ilerlediğimiz bir zaman dilimi yok. Sanayi devriminden, dijital devrime geçişte, nüfus da tüketim de çoğaldı. Uzun zamandır, insanın doğaya etkisini çok ciddi şekilde hissettirdiği Antroposen Çağı’ndayız. Şu an için bu yönetim ve “doğanın üstünde yer aldığımızı düşünme” şekliyle yol almamız imkansız görünüyor. Sistemin ve doğaya bakışımızın değişmesi gerek.
Aslan balıkları
Estetik görünümlerine karşın son derece arsız, inatçı, diğer canlılara yaşam hakkı tanımayan istilacı türlere bakınca, insan olarak kendi suretimizi görüyoruz aslında. Yaradılışı bize bu derece benzeyen canlıların Akdeniz’deki kontrolsüz artışının önüne geçmek bundan sonrası için gerçekten mümkün mü?
Aslında az önce de söylediğim gibi insanın doğaya bakışını değiştirmesi, doğayla nasıl dengede yaşayabileceğimizi keşfetmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapmazsak, iklim krizinin yarattığı olumsuzluklara da bakarak, alıştığımız yaşam şeklini sürdürmemizin mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
İstilacılar’da izlediğimiz üzere aslan balığına sofralarımızda daha çok yer verilmesi, zehirli olduğu için kesinlikle yenmemesi gereken balon balıklarının derilerinin tekstil ve giyim sanayinde değerlendirilmesi, zehrinin ise tıbbi tedavilerde kullanılması için yapılan çalışmalar tehlikeyi bertaraf etmek için yeterli mi?
Elbette yeterli değil. Amaç, bu balıklarla başa çıkmakta yetkin olmayan, insanoğlunun bozduğu Akdeniz ekosistemine destek atmak. Ancak tabii ki belgeselde de anlattığımız gibi Akdeniz’de, Marmara’da, Karadeniz’de koruma alanları oluşturmadan, filtrasyon sistemlerimizi en üst seviyeye çıkarmadan bunu başarmak zor. Ayrıca denize katı/sıvı atık atmaktan vazgeçmez ve kıyıların inşaat faaliyetleriyle, termik santrallerle yok edilmesinin önüne geçmezsek bu yapılanların çok da anlamı olmaz. Hepsinin bir arada yürümesi lazım.
Denizlerdeki kirlilik meselesinin yeteri kadar ciddiye alındığını düşünüyor musunuz? İnsanlarda özellikle de idari kadrolarda gerekli farkındalık var mı sizce?
Müsilaj sürecinde sıklıkla televizyonda, dış basında, çeşitli yayınlarda, müsilajın bize, Marmara’ya, ekosisteme olan etkilerini anlatmaya çalıştım. Ancak yeterince ciddiye alındığını düşünmüyorum. Ciddiye alıyor olsaydık, tüm filtrasyon sistemlerini düzenler, Marmara Denizi’ndeki balıkçılık, aşırı ve kaçak avcılık sorunlarını giderirdik. Marmara’dan, İstanbul Boğazı içerisinden endüstriyel filonun çekilmesini sağlayarak, yalnızca geleneksel balıkçılığa izin verir ve kıyılardaki yapılaşmanın önüne geçerdik.
Balon balığı
Ve farkındalık oluşmadığı takdirde bizi bekleyen senaryo epeyce karanlık olmalı…
Marmara Denizi kapalı bir deniz olduğu için insan baskısı, atıklar, aşırı avcılık ve kıyı deformasyonunu artık daha fazla tolere edemez. Oksijensiz ölü alanlar, müsilaj, alg patlamaları gibi çeşitli çevre olayları uzun zamandır mevcut. Önlemler almadan, Marmara’ya, Boğaz’lara vicdansızca, sorumsuzca davranmaya devam edersek, yakın zamanda Marmara’dan toplu göç yapmak zorunda kalabiliriz. İstanbul depremi büyük bir sorundur ama tek sorunumuz değildir.
Süveyş Kanalı’nın ekolojik dengeyi bu derece tahrip edişini izledikten sonra insan elbette sormadan edemiyor. Kanal İstanbul projesi hayata geçtiği takdirde bölgedeki ekosistem ve deniz yaşamı ne şekilde etkilenecek?
Bu kanalın sıkıntılarını zaten birçok bilim insanı farklı yönleriyle değerlendiriyor. Buradaki yapılaşmanın ve insanın artması hem besleme hem barındırma hem de kirlilik anlamında daha fazla yükün bu kıyılara girmesi demek. Çılgınca bir düşünce tarzı. Sayıyı azaltmak, Marmara’yı rahatlatmak, doğru şartları yaratarak nüfusu yaymak gibi bir politika izlenmesi gerekirken bu artırılmaya çalışılıyor. Ne diyebilirim ki? Umarım vazgeçilir.
Akdeniz kıyılarından Marmara’ya dönecek olursak önceki yıl hepimizde panik yaratan, haftalarca dilimizden düşmeyen müsilaj denizin yüzeyinden kaybolunca, bizim gündemimizden de silinip gitti. Sizce ders çıkarıldı mı, gerekli çalışmalar yapılıyor mu?
Maalesef durum iyi değil. Evet bilimsel çalışmalar çok güzel. Gidildi, incelendi… Müsilajın çok ciddi bir tehlike yarattığı, oksijensiz, ölü alanların oluşmaya başladığı ve Marmara’nın gerçekten kötü durumda olduğu anlaşıldı ama ne yapılıyor derseniz, çok fazla şey yapıldığını söyleyemeyeceğim. Atık tesislerini revize edeceğiz, üç ile beş sene içinde yenileyeceğiz, ileri atık sistemlerine geçeceğiz deniliyor. Ancak ne kadar yenileneceği, hangi tesislerin çevrileceği belli değil. Şeffaflık yok. Yanlış yapan sanayi tesislerinin kapısına kilit vurulmuyor, derelerden akan kirlilik devam ediyor. Açıkçası gerekli çalışmalar yapılmıyor diyebilirim.
Mert Gökalp (sağda), Arif Yılmaz ile.
Sizinle konuşma şansı yakalamışken sormak isterim. Denizlerimizde başka hangi sorunlar yaşanıyor?
Müsilaj sorunu ya da düzgün arıtma tesisleri olmaması nedeniyle yerleşim bölgelerinden denize akıtılan su tehdidi, tüm Türkiye’de geçerli. Şirketler de dahil herkes plastik tehdidine yoğunlaşıyor. Yanlış anlaşılmasın elbette bu da çok önemli ancak görünmeyen başka bir tehdit daha var ki; o da arıtmanın, tüm ülkede iyileştirilmesi zorunluluğu. Kirliliğimiz sürekli katı ya da sıvı atık şeklinde denizlere boşalıyor ancak nüfus artıyor, sistemler kaldırmıyor. Ayrıca endüstriyel balıkçılık da büyük bir sorun. Bu balıkçılık şekli sürdürülebilir değil. Değişmesi ve koruma alanlarının oluşturulması gerekiyor. Sayıca bu kadar fazla 20 m üstü balıkçı teknesinin, esasında iç deniz statüsündeki Karadeniz, Marmara, Ege yani kısaca Türkiye karasularında avlanmaması lazım. İklim krizi ve sıcaklık artışıyla gelen çeşitli sıkıntılar da bunlara ilave oluyor.
Deniz yaşamına, çevreye olan duyarlılık seviyesi nasıl yukarıya çekilebilir peki? Lafa gelince hepimiz, özellikle de tekne sahipleri denizi, onun bize cömertçe sunduklarını çok seviyor ancak kıyılarımızın çoğu, denizin altı-üstü giderek kirliliğe teslim oluyor. Bu çelişki ortadan yok olur mu? Umut var mı?
Çok ilginç bir durum var. Destek olmak isteyen kuruluşlar, sürdürülebilirlik adı altında, birtakım ekolojik projeler ortaya koymaya çalışıyorlar. Ancak çok garip projeler destekleniyor. Tekne kullananlarsa en az etkiyi nasıl yaratırım diye düşünmüyor. Örneğin çapamı atarken nereye atmalıyım ya da atmalı mıyım diye dikkat etmiyor. Teknedeki yemeğin, yağların denize bırakılması gibi pek çok problemle de karşılaşıyoruz. Bu nedenle tekne sahiplerinin çok daha farklı bir duyarlılıkla hareket etmesi gerekiyor. Ne yazık ki bilgiye önem vermiyoruz. Çevremizdeki denizi, coğrafyamızı, orada nelerin yaşadığını öğrenmeliler. Nerelerde hangi canlılarla karşılaşacağımızı bilmeliyiz ki koruyabilelim.
Aslan balığı
Uzun yıllardır çok farklı bölgelerde dalıyorsunuz. İnsan suyun altında bambaşka bir dünyaya yakından tanıklık ederken nasıl duygulara kapılıyor?
Jacques Cousteau denizin içindeki sessizliği, “sessiz dünya” olarak adlandırıyor. Aslında denizin içinde pek çok ses var. Dalgalardan tutun da farklı canlıların ayaklarını birbirine vurmasına, kayaların altında bir şeyleri karıştırırken çıkardıkları seslere kadar… Ben ise suyun altındayken başka hiçbir şey düşünmüyorum. Şimdinin gücü, anı yaşamak deniyor ya hani gerçekten o anı yaşıyorsunuz. Düşünceler tümüyle tek noktaya odaklanıyor. Bir nevi meditasyon…
Zihninize derinden kazınan görüntüler vardır mutlaka…
Büyük balina köpek balığıyla yarım saatlik yüzüşüm, Maldivler’de mantaların dönerek yaptığı dans hala gözümün önünde. ODTÜ su altındayken yaptığım dalışta, bir orkinos sürüsünün etrafımda hortum yaratıp, büzüşüp açılarak yaptıkları gösteri de unutamadıklarımdan…
Türkiye’de sizi en çok etkileyen dalış noktalarını da merak ediyorum…
Açıkçası Marmara Denizi’ndeki bazı noktalar, soğuk su mercanlarıyla oluşan zemin yapısı ve canlı çeşitliliğiyle, beni hala çok etkiliyor. Tabii ki Ayvalık ve Kuzey Ege’de, yine mercanların, süngerlerin oluşturduğu o rengarenk yapı da çok çarpıcı. Kaş’ı, Bodrum’u da çok seviyorum. Mağara yapıları, su altındaki arkeolojik yapılar, batıklar çok hoşuma gidiyor.
Kızıldeniz’den Akdeniz’e gelen barbunya türlerinden,
Parupeneus forsskali.
Şu anda kadar yayımlanan belgesellerinizin yanı sıra İstanbul’un ve Türkiye’nin deniz yaşamına ışık tutan çok bilgilendirici kitaplarınız da var. Önümüzdeki zaman dilimi için dikkat çekmek istediğiniz başlıklar belli mi?
İstanbul’un Deniz Canlıları kitabından sonra Deniz Canlıları kitabının birincisini çıkardık. Kaynak ve destek bulabilirsek ikinci ve üçüncü kitapları da çıkarmak istiyoruz. İlk kitapta balıkları, memelileri, köpek balıkları ve vatozları anlatmıştık. Gelecek kitaplardaysa algler, süngerler, mercanlar, deniz anaları, yumuşakçalar, sübyeler, karidesler, steneforlar gibi türleri anlatacağız. Umarım bu kitaplar Türkiye’deki deniz canlılarını tanımak için vesile olur. Elbette belgesel çalışmaları da olacak. Ancak bunun için de yine kaynak ve destek gerekli. Garip projelere fon ayıran kimi kurumlar, nerelere destek verdiklerini bilmeliler. Greenwashing projeleri yerine eğitimi, kirliliği azaltmayı amaçlayan girişimleri dikkate almalılar.
Comments are closed